Bir insanın acı küpü ne kadar alır? Küpünü dolduran bilge mi sayılır, yorgun mu? Anlaşılmak bu kadar mühim mi? Velevki anlaşıldın, anlaşılmak yeterli mi? Anlaşıldığını hissedince acın yatışır veya diner mi? Diğerlerine koyduğun sınırlar küpün dolduğunda mı başlar, yoksa oldun olası sınırların var mıdır?
Çok katmanlı, çok girift, çok tekinsiz bir kavram: Acı…
Bir acıdan bir diğerine kaç aktarmayla varıyor insan? Bir sevinçten bir sevince nasıl ulaşıyorsa öyle… Bir sevinçten başka bir sevince hemen atılmak, öyle kolay mı? Arada nahoş şeyler de olmuyor mu?
Acılar arası geçiş de aşağı yukarı bunun gibi… Arada güzel şeyler de oluyor, hayat hakkını yedirmez kolay kolay, “Bunu da sundum, böyle de bir seçeneğin var, vazgeçebilirsin, devam edebilirsin, demedim mi?”, der. Hem de sıklıkla. Biz çoğunlukla göremeyiz veya bunu mu seçsem, şunu mu derken treni kaçırırız. Sonra trenin kaçması da kendiliğinden ayrı bir sızı veya acıya dönüşür. Seçenek veya fırsatlara dönüp bir bakabilmek de, biraz da içinde bulunduğumuz ruhsal şartlarla müsemmadır.
Ve Acı… Merhemini bilmediğimiz bir şey değil. Derinde bir yerde çok iyi biliyoruz. Acının ilacı, anlam. Bunu bildiğimizi bilmiyoruz çoğu zaman ama hissediyoruz. Çünkü esasında hep o anlamı arıyoruz.
Acımıza yüklediğimiz anlama varabilmek çoğu zaman güçtür. Oysa onu bir yerlerde hep tanırız daha doğrusu hissederiz. Bir romanda, bir filmdeki ilişkide veya bir filmin karakterinde, bir heykelin parmağının duruşunda, bir tablonun olmadık yerinde akan bir boyada… Acı filmdeki o karakteri izlerken veya o tablodaki detaya bakarken, ince ince dökülür gözden; ama içeriye, ama dışarıya…
Acı anına dönmek kabaca böyle bir şeydir. İşte o an birisi, bir şey cımbızla kalbinden et koparır; kanıtlayamazsın da… Zor bir duygunun kanıt derdi olur mu, olmalı mı? Bunun derdi de kişiye göre değişir o ayrı. Göz yaşıysa kanıt, birgün elbet tükenir, kurur. Acımızın delilleri, başkaları tarafından, genellikle yetersiz görülür. Yarıştırılır veya yatıştırılır, emsal gösterilir, benzerliği, farkı, aması, olur gideri, unutulanı, geçeni, kalanı, büyüğü, küçüğü, anası, danası…
Özetle, ait olduğumuz toplum, insanın acısını yer, yutar. Hatta bazen bir “Ahh!” diyecek kadar alan kalmamış gibi sıkışmış hisseder, yeteri kadar göz yaşı döküp dökmediğimizin bile çetelesini tutar hale geliriz.
Her şey bizim zihnimizde ve bedenimizde olup biterken, neden ve nasıl oluyor da ötekinin gözünden kendimizi değerlendirmeyi bırakamıyoruz. Bunun nedeni insanın diğerleri olmadığında ne kadar zavallı olduğunu en derinde bilmesidir. Taaa annesiyle tanıştığı o anda bunu anlar, doğduğunda. Büyürken de hem yalnız olmayı diler, hem de diğerleri olmadan yapamaz. İnsan sosyal bir varlıktır, gelişmesi, zihinsel olarak büyümesi ve değişmesi için ötekinin varlığına ihtiyaç duyar. Öteki olmadan yapamaz.
Bir acıdan kaçışın gerçek nedeni de, aslında kendimizi diğerlerinin gözünden görmekten kaçmaya çalışmaktır. Aslında, ne yazık ki, zihnimizi bir çanta gibi kolumuzda taşırız. Nereye gidersek gidelim, zihin acıyla bağlantılı bir detay yakalar. Çantasından acıyı çıkarır o görüntüyle, sesle, kokuyla veya tatla ilişkilendirir.
Peki diğer konu, tam bir kötü gün dostuyken; bir acı bizim başımıza geldiğinde neden kepenkleri indiriyoruz? Bir yorganın altına, bir denizin kıyısına sığınıyor veya karanlık (bulunamayacağımız) bir yer arıyoruz.
Freud buna regresyon der. Gerileme. Zorlu yaşantıların ardından, erken çocukluk dönemlerindeki sığınma haline/ihtiyacına geri dönmek; hatta örnek olarak denizi seyretmeyi verir; bilinçdışında ana rahmindeki güven ve huzuru çağrıştırdığı için memeli canlılara iyi geldiğini vurgular. Çok insani çok doğal; yalnız kalabilme kapasitesi de, en az, sosyal kalabilme kapasitesi kadar değerlidir. Hatta büyürken çocukta gelişmesi gereken değerli bir parçadır.
Bazı konularda yardım almak, yardım istemek/talep etmek kolay şeyler değildir. Yardımı reddetmek de bir o kadar zordur ama acı söz konusu olduğunda bizi koruyan sinir sistemimiz daha önceden bilmediğimiz bir yönümüzle bizi tanıştırıp başka yollardan ilerlerleyebilir. Örneğin, yok olmayı, kalakalmayı veya mücadale etmeyi seçebilir. O durumlarda nasıl ve neden böyle bir şey yaptığımızı pek kestiremeyiz, bilinç işlemez, çalışan ilkel beynimizdir. Tıpkı bir köpeğin hızla kendisine doğru koştuğunu gören insanların farklı bilinç dışı tepkiler vermesi gibi; bazıları donakalır, bazıları köpekle boğuşmaya başlar, bazıları da kaçar.
Acıya verdiğimiz tüm fiziksel ve duygusal tepkiler, insanidir. Kimin neyi ne kadar yaşaması, hangi acıyla ne yapması gerektiğiyle ilgili ahkamı toplum keser.
Minicikken ona göre kocaman bir derdi olan çocuğun ağlamasını taşıyamamamız bundandır. Bir yetişkin üzüldüğünde, bir şeyi başaramadığında “Çocuk gibi ağlıyorsun!, Yine denersin, ne var bunda bu kadar üzülecek?” türevi etraftan yükselen sesler ve otomatik yargılar onlara taa en başından, çocukken yüklendi. Toplum bir çocuğun acısını böyle küçümseye küçümseye, kendine başkasının duygusunu küçümseyen kendi gibi yeni bireyler yetiştirdi. “Bunda ağlayacak ne var?”, “Kulen devrildi diye bu kadar üzülecek ne var?”
Üzülecek çok şey var. Çünkü o kule yere veya halıya devrilmedi, içine içine yıkıldı.
Bir acının veya üzüntünün hakkı, toplum tarafından, taaa bebeklikten itibaren, onu yaşayan kişiye gerçekten teslim edildiğinde, yani toplum kişinin tam ve zamanında olarak o acıyı yaşamasına izin verdiğinde o acı gerçekten hafifler. Bunun yolu da acı çeken kişiye kulak vermekten, ihtiyacı olanı sorup ona göre hareket edebilmekten geçer. Bir arkadaşım böyle durumlar için, tuzluk gibi beklemek, der. “İhtiyacın olduğunda buradayım, tıpkı bir tuzluk gibi.”.
Yetişkinlik hayatımızda yaşadığımız büyük ve anlaşılması güç acılar, geçmez. Acı hafifler. Zamanla hafifler. Yaşadığımız her zorlu deneyim, önceden içimizde birikenlerle birleşip içimizde yer edenlerle yeniden yapılanır.
Zaman her şeyin ilacı değildir. Zaman acıyı dönüştürmek için deneyime tanınan süredir. Acı, yaşanmasına izin verildikçe, kendimize ve dünyaya dair, idrak ve anlam yerini bulur; acı kendiliğinden dönüşür veya biçim alır. En az neşeye sahip çıkıldığı kadar acıya da sahip çıkılabildiğinde içerideki küskün ama yaratıcı çocuk yeniden uyanmak üzere yeterince güvende hissedecektir.