Skip to main content

Bundan yaklaşık 2500 yıl önce bir düşünür, Sokrates, çıktı ve karanlıkta olduklarını göremeyen halkının gıyabında tüm insanlık için dedi ki: “Kimseye hiçbir şey öğretemem ama düşünmelerini sağlayabilirim.”

Platon’un “Devlet” eserinden öğrendiğimiz ve Sokrates’e ait olan Mağara Alegorisi; dogmatik fikirlerin, toplumca belirlenen doğrularımızın, normlarımızın, hukuk, ahlak ve kültürel kurallarımızın halk üzerindeki algısal etkisini anlatır. Alegoride; toplumun öncü nitelikler taşıyan insanlara ihtiyacı olduğunu savunurken, görev duygusuyla hareket eden filozofların veya öncü kişilerin, işinin kolay olmadığını da ispat eder. Çünkü -ne yazık ki- çoğu insanın bilgiden yoksun halde, bilgisizlik içinde mutlu olmakla kalmadığını, aynı zamanda bu bilgisizliğe veya cehalete vurgu yapan veya ışık tutan aydın insanlara karşı da kin beslemeye her an hazır olduğunu vurgular.

17-18. y.y. aralığında yaşayan, kural etiği olarak da bilinen Deontolojik Etiğin ana savunucusu olan Kant’ın ödev etiğine baktığımızda ise bir eylemin ahlakiliğini, eylemin sonucunda değil, onu eyleyenin niyetinde aradığını görürüz. Yani ona göre bir eylemin sonucunu genelleyemiyorsak; o eylem etik değildir.

Dini etikler de katı yükümlülükler gerektirir ve bu yönüyle pratikte deontolojik etik altında anılabilir. Kant’ın savunduğu ödev ve sorumluluk, dini etiklerde de vardır ve dini etiğin kaynağı olarak referans alınan tanrının emirlerine uymak, ahlakiliğin tek kuralıdır. Ancak Kant’ın ödev ahlakı dini etik gibi evrensel bir ahlak yasasını kabul etse de; din dogmatik olup, tam teslimiyet beklerken, Kant’ın etiği özgürlük üzerine köklenir ve realist bir varlık olan insanı daha etkin, akılcı bir yerde konumlandırması, deneyci/hipotetik olmaması; akılcı/kategorik düşünmeyi esas alması açısından dini etikten ayrılır. Bu nedenle aldığımız bazı etik kararlar deontolojik etiğe uygun olsa da, sonuçları trajedi içerebilir. Yine de sonuç değil, niyet önemlidir.

Kant etik ilkelerin, insanın aklında “Apriori” olarak bulunduğunu, deney ve tesadüflerden çıkarılamayacağını; yaşantılamadan veya içinde yer almadan da zihnimizdeki bilgiye ulaşabileceğimizi söyler. Kant pembe gerçeklik olarak tanımladığı, bireylerin pembe gözlüklerle gerçekliği filtreleyerek deneyimlemesi fikriniyse, Sokrates’in Mağara Alegorisi üzerinden şekillendirir. Bizim algımızın yetmediği numenal dünyadan bahseder: Gerçekliği filtreden geçirdiğimizi, fenomenleri ve olguları görüp yorumlayabildiğimizi, ancak bu yolla anlamlandırıp bir değerlendirmeye ulaşabildiğimizi; esasında gerçeği büktüğümüzü söyler. Kant zihinlerimizin bu filtrelemeyi her alanda yaptığını; eğer bu çarpıtma farkını tanımlayabilir ve hangi oranda olduğunu kavrayabilirsek ulaşabildiğimiz kadar ileriye ulaşabileceğimizi; yani gerçeği pembenin hangi tonundan gördüğümüzü bilmenin önemini vurgular.

Bu bilgiler cebimizde, başa dönersek Sokrates ve Kant’ın dogmatik düşüncelere bakışının benzer olduğunu; mağaranın duvarına yansıyan gölgeler ve pembenin bazı tonlarından kaynaklandığını söylemek güç olmayacaktır.

Dogmatik düşüncelerin hayatımız üzerinde önemli etkileri olan dünyamızda Sokrates’in cesaretini ve düşünsel olarak konumlandığı yeri başlangıç olarak düşündüğümde, Umberto Eco’nun “Öteki Sahneye Girdiğinde” yazısında yer alan Kardinal Martini’ye yazdığı mektubundaki şu soruya ulaşıyorum: Aşkın (İlahi) bir değer olmaksızın, birinin etik davranması mümkün müdür?

Aşkın kaynak bana “Bunu şöyle yap, çünkü bilirsin ki, Mevla’n ne eylerse güzel eyler!” diye fısıldamadan da, yani dogmatik bir kavrama sırtımı yaslamadan da etik kararlar verebilirim. Bu noktada kapılarım Eco’nun kitabının önsözünün içerisinde yer alan şu cümleye açılıyor: “İnanmayan neye inanmış olur?”

Katolik eğitimle yetiştirilmiş biri olan ve fikirlerini zorlu bir dönüşümün ürünü olarak kazandığını belirten Eco’ya göre, aşkın bir tanrıya inanmadan etiği sağlamak zor ama imkansız değil, yani mümkün. Çünkü ateistlerin veya inanç olmaksızın hareket eden insanların hem düşünsel hem davranışsal olarak etik davranışlar içerisinde bulunabildiğini görürüz.

Peki bu etik davranışlar Sokrates’in “İnsan bildiğini öğrenir!” şeklinde ve Kant’ın da “Apriori” olarak açıkladığı üzere insanın içinde bir yerlerdeyse bunu nereye temellendiririz?

İnsan, kültürden ve normlardan önce, bedenen şimdide ve buradaydı. Yani en temel fizyolojik özelliği olan uzamda kapladığı alan sayesinde ona hiçbir bilgi yüklenmeden önce (kültür, norm vb.), insan hali hazırda vardı. Dolayısıyla fiziksel olarak var olmak ve muazzam bir ek özellik olan duyumsayabilmekse tüm insanların birleştiği ortak nokta.  Bu kusursuz birleşim sayesinde etrafımızda olup bitenleri algılayabiliyoruz. Algılarımız ortaksa, temel ihtiyaçlarımız da ortaktır. Ötekinin ihtiyaçlarına yönelik bakış açımız da; yaşamda kalabilmek gibi… Yaşamda kalabilmek içinse ötekine ve insanın kendini ötekinin yüzünde görmeye ihtiyacı vardır. Tam da bu noktada Eco’ya göre etik karar; öteki sahneye girdiğinde ete kemiğe bürünüyor. Bu nedenle birilerinin bu algısal-duyusal sisteme yasaklar getirmesini; uzamda kapladığımız alanı tehdit etmesini istemeyiz (bizi yaralaması, öldürmesi, bağlaması vb.). Eco bu noktadan hareketle başkasının bedensel olarak sahip olduğu alana, düşünme ve konuşmayı da ekliyor, saygı duymamız gerektiğini vurguluyor. Aşkın bir değere inanan veya inandığını iddia eden insanlar, kendilerine konulan onca kural, tüm ve tam teslimiyet içinde olmaları sayesinde, gerçekten diğerlerinin bedensellik haklarına saygı göstermiş olsalardı, insanların türlü bahanelerle katledilmesini görmemiş olacağımızı anlatıyor.

Buradan baktığımda etik davranmak için aşkın bir ihtiyaca ve izaha gerek olmadığını anlayabiliyorum.

İnsan Hakları Bildirgesi, asgari düzeyde ideal olanı belirleyene dek, insanlık oldukça sancılı, uzun ve mücadele dolu evrimsel bir yol kat etmiştir.

Dolayısıyla ülkemizde elimizi sallasak bolca örneğine çarpacağı üzere insanların birbirlerine “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sormadan, e-devlet sisteminde yer alan nüfus kayıtları veya sosyal hayatta edindikleri etiketlerinden güç almadan önce; bir yerde konumlanması gereken çok daha temel bir kavram var: İnsan Hakları.

Herhangi bir düzen (dil, din, ırk, etnik köken vb.) tarafından kategorize edilmeyen, -sosyal anlamda- resmi kimliği olmayan bir insan da doğası ve var oluşu gereği insandır. İnsan haklarının köklendiği zemin insanın bedeni, doğası ve onurudur. Bunu bilmiyorsak, savunamayız ya da nasıl savunabileceğimiz konusunda yukarıdaki örnekte olduğu gibi çuvallarız. Devlet bunun için vardır: İnsanın doğumla beraber kazandığı temel hak ve özgürlükleri korumak ve güvence altına almak için! İnsanları ayırıcı herhangi bir özellik fark etmeksizin sadece ve sadece insan oldukları, bu dünya üzerinde var oldukları, var oluşlarını destekleyen, koruyan ve gelecekte de güvence altına alan İnsan Hakları kavramı; karşımızda kimin olduğuyla ilgilenmez, bu anlamda insan hakları devlete rağmen ve devlete karşı ileri sürülebilen haklar olma özelliğine sahiptir. Bir ihlal söz konusuysa hukuki yükümlülük devlettedir; doğal olarak insan hakları konusunda her türlü ihlalde muhatap alınması gereken de yine devlettir.

Kuçuradi’nin vurguladığı gerçekten içeriden gelen dürüstlük erdemi sayesinde “Dürüst olan bir insanın, dürüst olmayana da dürüst davranması” örneğinde; marifetin arkadaşlarımızın haklarını korumak olmadığı, marifetin karşı olduğumuz insanın da temel hak ve özgürlüklerini korumak olduğunu söylediği ve “Becerebiliyor muyuz?” diye sorduğu o haklar için mücadele eden öncü insanlar Sokrates’ten beri birbirlerinin bilincine aktarılarak büyüyorlar.

Öyle görünüyor ki, insan yaşamı ve devletler birbiri üzerinde güç gösterisi yapmaya devam ettiği sürece insan hakları (var oluş ve onur) mücadelesi de devam edecektir. Umalım da Eco’nun da dediği gibi; sevgi ve sağduyudan gücünü alan mücadeleler olsun.

Whatsapp